Değerli Nurhayat Kılıç’a teşekkürler..
Bugün İstanbul’un en büyük abideleri ile çevrelenmiş Sultanahmet Meydanı’nda yürürken adımlarımızın koskoca bir hipodromun üzerinde dolaştığını hayal etmek neredeyse imkansız gibidir. Oysa attığımız her adım 1.600 yıl öncesine ait muhteşem bir yapının üzerinde izler bırakır.
İstanbul’un en önemli turist çekim bölgelerinden biri olan Sultanahmet Meydanı, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde Yunanca ipo (at) ve dromos (yol) kelimelerinden türemiş olan Hipodrum’du. Hipodrom at binenlerin, atların meydanı anlamına geliyordu. Hipodromun temelleri, Roma İmparatoru Septimus Severus tarafından muhtemelen şehirde tarım arazisi olarak kullanılan bu alana atılmış, kendisinin M.S. 213 yılında vefat etmesi ile de yapı unutulmuştu. İstanbul, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olması için tekrar inşa edilirken Büyük Konstantin tarafından Roma’daki Circus Maximus örnek alınarak yapımı tamamlandı.
50.000 kişi seyirci kapasitesine sahip olduğu söylenen Hipodrom’da yapılan araba yarışları kent yaşamının önemli gösterilerinden biriydi. Bugünün derbi maçları kadar popüler olan bu yarışlarda dört atlı arabalar, dört ayrı grubun renklerini taşıyan sürücüler tarafından kullanılıyordu. Bu dört grup; yeşiller, maviler, beyazlar ve kırmızılardı. Bu gruplar aynı zamanda Bizans politik yaşamında da yer almaktaydı. Halk arasındaki çeşitli gruplar kendilerini bu takımlar aracılığı ile temsil ediyor, yaptıkları tezahüratların biçim ve şiddeti ise saray politikalarına karşı düşüncelerini ve tutumlarını ifade ediyordu.
Bugün bu meydanda aslında Sultanahmet Camii’nin inşası sırasında doldurulan toprak nedeni ile Hipodrom zemininden yaklaşık 4.5 metre kadar yukarıda yürümekteyiz. Hatta tribünlerin birinin üzerinde Türk ve İslam Eserleri Müzesi ve Tapu Müdürlüğü’nün yükseldiğini biliyoruz. Hipodrom’un boyutlarına tam olarak hakim olmamakla birlikte yaklaşık olarak uzunluğunun 450-470 metre, genişliğinin 123 metre, kapladığı alanının ise 55.000 ila 58.000 metrekare arasında olduğunu tahmin ediyoruz.
Dev ölçüde bir U harfi şeklinde olan Hipodrum’un doğu uzun tarafında, damında dört adet bronz at bulunan, balkon şeklinde imparator locası Kathisma yer alıyordu. Kathisma’daki bu heykeller Latin İstilası (1204-1261) sırasında bulunduğu yerden sökülerek Venedik’e taşınır ve halen San Marko Katedrali’nin cephesini süsler. Ortada, Hipodrom’un düzleştirilmiş kum kaplı sahasını ikiye bölen, arabaların etrafında yarıştığı Spina denilen alçak bir duvar, bu duvarın üstünde de imparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilen abideler ve meşhur at yarışçıları ile atlarının heykelleri bulunurdu. Günümüzde işte bu bahsi geçen alçak duvardan geriye kalabilmiş sadece üç abide bulunmaktadır. Bunlar Mısır’dan getirilen Dikilitaş (Obelisk), Delfi’deki Apollon tapınağından getirtilen Yılanlı Sütun ve Örme Dikilitaş’tır.
Dikilitaş (Obeliks) olarak bilinen sütun İstanbul’da yer alan en eski anıttır. Aslında M.Ö. 1479-1425 tarihleri arasında hüküm süren Firavun III. Thutmosis tarafından iktidarının 30’uncu yılı münasebetiyle Karnak’ta bulunan tapınağın önüne diktirilen yapıt firavunun zaferlerini anlatır. Obeliks 390 yılında İmparator I. Theodosius döneminde bugünkü yerine dikilmiştir. Kitabesinde ismi bir ara yolsuzluğa karışıp silinen sonra aklanarak tekrar yazılan Proclus’un bu yazılma-kazıma-tekrar yazılma işlemini hâlâ görebiliriz.
Yılanlı sütun ise aslında M.Ö. 478 yılında Grek şehir devletlerinin Plataia’da Perslere karşı kazandığı zafer şerefine hazırlanmış olup Delfi’deki Apollon Mabedi’nin önünde dikilmiştir. Bu sütunun ismi birbirine dolanmış üç yılandan gelir. Bu yılanların başları üzerinde savaş masraflarını karşılamak için sonradan eritilen ve içinde hiç söndürülemeyen bir ateşin yandığı altın bir kazanın olduğu söylenir. Muhtemelen 324’te bulunduğu yerden alınarak İstanbul’un yeniden inşası sırasında bugünkü yerine yerleştirilmiştir. Ayrıca koruyucu bir tılsım olduğuna inanlır. Hatta yılan başlarından birinin bir yeniçeri tarafından koparıldıktan sonra İstanbul’u çıyan, yılan ve akreplerin bastığı Evliya Çelebi tarafından da aktarılmıştır. Yok olan yılan başlarının birinin alt çenesi ise bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
Örme dikilitaş ise hipodromun Marmara’ya yakın yerinde yer alır.
Kaidesinde “Bu dört köşeli heybetli ve harika anıt, zamanla harap olmuşken, şimdi imparator konstantinos ile devletin şanı olan oğlu Romanos tarafından önceki görüntüsüne nispetle daha iyi duruma getirildi: Rodos kolosu harikulade idi, bu bronz anıt ise hayranlık yaratmaktadır,” yazmaktadır. Latin istilası sırasında üzerindeki levhaların söküldüğü bilinmektedir.
Hipodrom şehrin toplantı, eğlence, heyecan ve spor merkezi olarak önemini uzun süre sürdürdü. Roma’da çok sayıda olan tatil günlerinde halk burada araba yarışları, müzisyenler, dansözler ve vahşi hayvan dövüşleri ile eğlenirdi. Ancak bu mekan sadece keyifli eğlencelere değil aynı zamanda büyük isyanlara da sahne olmuştu. Justianus’un devrinde 532 yılında gerçekleşen Nika Ayaklanması bunlardan biriydi. Daha sonra 1185’te İmparator Andronikos Komnenos’un linç edilmesi de yine bu alanda gerçekleşmişti.
1204 tarihinde başlayan ve şehirde büyük bir talana yol açan Latin İstilası Hipodrom’un sonunu getirmiştir. Şehirdeki büyük yağmalamadan Hipodrom da nasibini alır ve hemen hemen tüm kıymetli parçaları sökülerek İtalya’ya taşınır. 1491 yılı civarına tarihlenen gravürlerde Hipodrom ne yazık ki büyük bir harabe halindedir. 1509’da ise “Kıyamet-i Suğra”(küçük kıyamet) adıyla anılan deprem sırasında hemen hemen tamamı tahrip olmuş ve geriye kalan malzemeleri hızla yenilenen şehrin imarında kullanılmıştır.